Buhara şehri hakkında bilgi
Buhara
Buhara (Öz. Buxoro), Orta Asya'nın en eski yerleşim bölgelerinden olan ve günümüzde Özbekistan sınırları içinde bulunan olan tarihî şehir. Arkeolojik bulgular şehrin tarihinin en az 2500 yıl civarında olduğunu göstermiştir. Şehirde yapılan Arkeolojik kesit çalışmalarında yaklaşık 20 m kadar derinlikteki alt katmanda; kamusal bınalar, askeri tahkim yapıları ve çanak-çömlek ve madeni paralar gibi çeşitli arkeolojik buluntulara rastlanılmıştır. Buhara tarih boyunca bölgenin önemli kültür ve ticaret merkezlerinden bir olmuştur.Buhara adının kökeni ile ilgili varsayımlar; eski Türkçe bereketli toprak anlamındaki bukarak, Farsça bilginin kaynağı anlamındaki bir Zerdüşt ismi olan bukhar ya da Sanskritçe Budist manastırı anlamındaki vihara sözcüklerinden kaynaklandığı biçimindedir.
Abdulhâlık Gucdüvânî (k.s.)
HİLYE-İ HACE ABDULHALIK
Boyu uzun, başı büyükçe, teni beyaz, yüzü güzel, kaşları gür ve çatıktı. Göğsü enli, omuzları genişti. İri vücudlu ve mehabetliydi. Basiretli ve gönlü maneviyatça açıktı. Hızır'la yoldaş ve arkadaştı. Hacegan yolunun ilkiydi.
Kısa çizgilerle hayatı:
Gucdûvanî, altın silsilenin onuncu halkası. "Şeyh" anlamına kullanılan Farsça "Hace", Türkçe "Hoca" lakabıyla meşhur. Kendi dönemine kadar "Bistamiyye" ya da "Tayfûriyye" adıyla anılan "Nakşbendiyye" Gucdûvanî'den Muhammed Bahaeddin Nakşbend'e kadar "Tarik-ı hacegan" adıyla anılmıştır. Emaneti Yusuf Hemedanî'den alan Hace Abdulhalık Gucdûvanî aynı Pir'den feyz alan Ahmed Yesevî'den farklı olarak hafî zikri esas almış ve tarikatın onbir prensibini vaz etmiştir. Ahmed Yesevî cehrî zikre dayalı tarikatini Maveraünnehr bölgesinde, Gucdûvanî ise, hafi zikre dayalı yolunu Harezm ve Horasan bölgesinde yaymıştır. Daha sonraki asırlardan günümüze kadar her iki tarikat Orta asya ve Anadolu ile Balkanlar'da müessir olmuştur. Gucdûvanî'nin hayatı hakkında bilinenler, kendisinden bir kaç asır sonra yazılan Nefehatü'l-Üns ve Reşahat aynu'l-hayat gibi tabakat ve bazı adab kitaplarında verilen pek sınırlı bilgilerden ibarettir. Rivayete göre Abdulhalık Gucdûvanî, İmam Malik neslinden. Büyük Selçuklular döneminde Anadolu'nun Malatya'sından kalkıp Buhara'ya altı fersah (yaklaşık 35 km.) mesafedeki Gucdüvan köyü ne yerleşen bir ailenin çocuğu. Hace Abdulhalık bu köyde doğdu. Bu yüzden Gucdûvanî diye meşhur. Babası İmam Abdülcemil, zahir ve batın ilimlerinde derinliği olan ve menkıbelere göre Hızır'la sohbetlerde bulunan bir zat. Hatta oğlunun doğumunu müjdeleyen ve ona "Abdulhalık" adının verilmesini isteyen de Hızır (a.s)'dır. Annesinin de asil bir aileden ve beykızı olduğu kaydedilmektedir. Gucdûvanî, dini ilimleri Buhara'da okudu. Devrin ünlü alimlerinden Allame Sadreddin'in talebesi oldu.
Ölümü:
Abdülhalık Gucdûvanî'nin hayatı hakkında olduğu gibi, vefatı hakkında da açık ve kesin bir bilgiye sahip değiliz. Kaynaklar onun 575/1179, 585/1189, 617/1220 yıllarında vefat ettiğini belirtir. Şeyhinin 535/1140 yılında vefat ettiği, kendisinin de onun vefatından yirmi yaşlarında olduğu bilindiğine göre yaklaşık seksen yıl yaşamış olsa, ölümü 595/1199 yıllarında olmalıdır.
HİLYE-İ RÎVEGERÎ
Orta boylu, ayyüzlü, iri gözlü idi. Kaşları hilal gibi inceydi. Teninin rengi, beyaz ve kırmızı karışımı; gül kurusunu andırırdı. Vücudunun hoş ve latif bir kokusu vardı. İlim, hilim, takva, riyazat, ibadet ve sünnete mütabaat ehliydi. Hacegan yolunun ulusu, zikr-i hafinin sahibi ve "onbir esas"ın kurucusu Hace Abdülhalik Gucdüvanî'den sonraki halka Arif Rivegerî. Gucdüvanî'nin dördüncü halifesi. Nakşbendîliğin mukaddimesi olan "Hacegan" yolunda zikir, bu zat eliyle tekrar "cehri" şekle konuldu. Rivegerî, 560/1165 yılında Riveger'de doğdu. Riveger, Buhara'ya altı, Gucdüvan'a bir mil mesafede bir köy. Arif Rivegerî, zahir ilimlerine aid eğitiminden sonra devrin büyük şeyhi Abdülhalik Gucdüvanî'ye intisab etti. Genç yaşında gerçekleşen bu , intisabdan kısa bir süre sonra, Rivegeri, irşada mezun oldu. Otuzbeş yaşlarında iken şeyhi vefat edince Rivegerî, onun yerine postnişin oldu. İrşad hizmetini uzun yıllar devam ettirdi. Ömrünün yüzelli yıla ulaştığı rivayeti biraz mübalağa gibi görünürse de, vefatı sırasında yüz yaşı civarında olduğu düşünülürse 660/1262 yılları civarında vefat etmiş olmalıdır. Kabri köyündedir ve ziyaretgahtır.Gucdüvanî'nin yaktığı meş'aleyle, Türkistan diyarının, her bölgesine ulaştırmaya gayret gösteren Rivegerî, "Türk meşayihının etkıyasından": yani en muttakilerinden sayılır. Hayatı hakkında verilen bilgiler, her nedense pek sınırlıdır. Nakşbendî silsilenamelerinde adları saygı ile yad edilen büyük meşayihtan bir kısmının durumu böyledir. Kendilerinin yazılı eserleri bulunmadığı veya bize ulaşmadığı, ya da hayatlarında iken haklarında bilinen ve dillerde dolaşan özellikleri malum olduğu ve bunlar yazıya intikal etmediği için haklarında yazılı bilgi azdır. Zaten çok iyi bilinenlerin çoğu zaman kaderi, meçhul kalmaktır. Oysa ki Arif Rivegerî, devrinde hakikat bahçesinin nuru, tarikatın gözbebeğiydi.Rivegeri'nin hafi zikirden cehrî zikre geçişi ömrünün son yıllarına rastlar. Halifesi Mahmüd Fağnevî'ye cehri zikri öğreterek halkı, gaflet kasvetinden kurtarıp zikrin haşyetiyle uyarmak istemiştir. Kendisine silsile'de "Pîşuva-yı arifan" denilmesi de bundan olsa gerektir.Camiu keramati'l-evliya müellifi Nebhanî, Hoca Arifin şöyle bir menkıbesini nakleder: Hoca Arif, önceleri, Buhara ulemasından birinin derslerine devam etmektedir. Çarşıya çıktığı bir sırada Abdülhalik Gucdüvanî ile karşılaşır. Gucdüvanî kasaptan et almış, dükkandan çıkmaktadır. O'nun kemali ve cemali karşısında son derece etkilenen Hoca Arif, hemen sokulup hizmet arzeder ve: - İzin verirseniz elinizdeki et paketini taşıyarak size yardım edebilir miyim? der. Hace Abdülhalik bu teklifi kabul eder ve: - Peki evladım, al paketi ve bizim eve kadar beraber gidelim, der. Birlikte evin kapısına kadar gelirler ve Hace Abdülhalik: - Hizmetinize çok teşekkür ederim. Bir saat sonra sofraya beklerim, der. Bir saat sonra sofraya oturduklarında Hoca Arifin Gucdüvani'ye olan hayranlığı arttıkça artar ve nihayet ilim tahsilini bırakıp Gucdüvanî'nin meclisine devama başlar. Ancak Arifin hocası, olanlardan rahatsızdır ve onu tekrar ders halkasına döndürmek ister. Bu yüzden de tasavvuf erbabı, ve tarikat ehli hakkında söylenmedik laf bırakmaz. Arif, tahammül ve sabra sarılıp bunlara karşılık vermez. Nihayet bir gece Arif, hocasının kötü bir fiil işlediğine dair bir rüya görür. Ertesi gün karşılaştıklarında yine tasavvuf erbabı aleyhinde konuşmaya başlayan hocasına Hoca Arif: - "Hem kötü fiiller işlersin, hem de bizi Hak yoldan döndürmeye çalışırsın" deyince üstadı çok mahcub olup talebesiyle birlikte Abdülhalik Gucdüvanî'ye talebe olur.
-rahmetullahi aleyhim-
HİLYE-İ FAĞNEVÎ
Fağnevî orta boylu, güleç ve güler yüzlü, çekme burunlu, genişçe ağızlıydı. Teni beyaz, sakalı siyahtı. Beyaz sarık sarardı. Mûsâ (a.s) meşrebinde ve kerameti zahir bir veliyyi kâmildi. Esâsı hafî zikir olan yolun usûlünü hal ve cezbe galebesiyle ve mürşidinin işâret ve müsâadesiyle cehrî yapmıştı. Yani cehri zikir ona, şeyhi Rîvegerî'den mevrûstu.Altın Silsile'nin onikinci halkası yine Buhârâlı. Reşehât'ın verdiği bilgiye göre Buhârâ'ya üç fersah mesâfede ve Eykenî'ye bağlı Fağnî köyünden Mahmûd Fağnevî bu köyde doğdu ve Eykenî'de yaşadı. Kabri Eykenî'dedir. Hayatı hakkında bildiklerimiz pek sınırlıdır. Bazı, kaynaklarda ismiyle beraber geçen "Encer", "Encîr" veya "İncir", lakabı olmalıdır. "Encer" gemi demiri demektir. Tarîkatı şeriat esaslarıyla demirleyen bir mürşid olduğu için kendisine bu lâkap verilmiş olabilir. Encir ve İncir ise bildiğimiz, incirdir. Bazı kaynaklarda Encir ve İncir, Fağnî köyü ile birlikte kullanıldığına bakılırsa İncir'in Fağnî'nin bir mahallesi olabileceği ihtimali de hatıra gelmektedir. Mürşidi Ârif Rîvegerî'nin yerine irşad makamına geçinceye kadar dülgerlik yapar, inşaat işleriyle uğraşır, bina inşa ederdi. Rîvegerî'yi tanıyıp onun dergahında olgunluğa erdikten sonra irşad işiyle meşgul olmaya ve gönül inşa etmeye başladı. Mürşidinin vefatına yakın dönemde benimsenmesine izin verdiği "cehrî zikir" usûlünü Buhârâ ve Eykenî'de yaydı. el-Hadâiku'l-verdiyye, onun Buhârâ'ya üç fersah mesafedeki Vâbekî Camii'nde irşâd hizmetiyle meşgul olduğunu kaydeder. Vefatı: 717/1317 yılıdır. Mahmûd Fağnevî, zikir ve gönül ehli bir kimse olmakla birlikte ilim meclislerini sever ve zaman zaman oraları ziyaret ederdi. Yine bir gün Şemseddin Halvânî ve Şeyh Hâfızuddin gibi âlimlerin bulunduğu ilim meclisine vardı. Ki bu Şeyh Hâfızuddin, daha sonraki Nakşî silsilesinde yer alacak olan Muhammed Pârsâ'nın büyük ceddidir.
HİLYE-İ RAMÎTENÎ
Boyu mevzun, yüzü güzeldi. Azaları arasında tam bir tenasüh vardı. Fakrı iltizam etmiş bir dokumacıydı (Nessâc). Avam-ı nas ile ülfeti severdi. Nakşiliğin Hâcegân yolunda "Azizan" diye anılırdı. Kerâmât ve makamât sahibi bir veliyy-i kâmildi. Altın silsilenin onüçüncü halkası "Azîzan" lakabıyla anılan Ali Ramîtenî, Mahmûd Fağnevî'nin ikinci halîfesi. Hâcegân yolunu Şah-ı Nakşbend hazretlerine taşıyan kolbaşı. Râmîten'de doğdu. Râmîten, Buhara'ya iki fersah (yaklaşık onbir km.) mesafede büyükçe bir kasaba. Hoca Ali burada yetişti. Devri ulemasından okudu. Maişetini dokumacılıkla kazanırdı. Şeyh Rükneddin Alâüddevle Simnanî ve Ahmed Yesevi soyundan Seyyid Atâ ile çağdaş. Mahmûd Fağnevî'yi tanıdıktan sonra, ona teslim oldu. Nefehât ve Reşehât, ikisi arasında geçen bazı olayları, menkıbe olarak nakletmektedir. Fağnevî vefatı sırasında emaneti Râmîtenî'ye vererek ihvanını ona ısmarladı. Ramîtenî' nin uzun bir ömür sürdüğü ve pek çok müridinin bulunduğu rivayet edilir. Vefatı 721/1321 yılıdır. Kabri Harezm'dedir. Cami, Nefehât'ında Mevlana Celâleddin Rumî'nin bir gazelinde nessâc; yâni dokumacı diye Ali Ramîtenî'den bahsettiğini söylüyorsa da bu olay, tarihen pek mümkün görülmemektedir. Çünkü Mevlana (ö. 673/1273) Ramîtenî' den (ö.721 /1321) yaklaşık kırk yıl önce vefat etmiştir. Reşehat tercemesinde Nefehât müellifi Cami, Alî Ramîtenî'nin oğlu olarak gösterilmişse de yanlıştır, (bk. s. 43) Kabri Harezm'de bulunan Ramîtenî'nin Harezm şahı ile de iyi münasebetler içinde olduğu rivayet edilir. Olay şöyle gerçekleşir: Ramîtenî, aldığı manevî bir işaret üzerine Harezm diyarına hicrete karar verir. Harezm şehrinin kapısına gelince şehre girip ikamet etmek üzere şahtan izin almak için iki müridinî gönderir ve onlara der ki: "Varın gidin şaha. Kapınıza fakir bir dokumacı geldi ve şehrinize girip ikamet etmek üzere sizden izin istiyor. İzniniz olursa girecek, değilse geri dönecek. İzin verirseniz, buna dair bir ferman veya vesika taleb ediyor" deyin. Dervişler, Ramîtenî'nin emrini ayniyle yerine getirdiler. Böyle bir teklife alışık olmayan şah, önce şaşırdı. Sonra da istenilen imzalı mühürlü vesikayı verdi. Dervişler şahın fermanını şeyhe getirince, o Harezm'e girdi ve şehrin kenar mahallesinde bir eve yerleşti. Şeyh şehre yerleştikten sonra her sabah şehrin çarşısına ve ırgat pazarına gidip birkaç amele tuturak onlara: "Sizin işiniz hemen abdest alıp ikindi vaktine kadar burada bizim sohbetimizde bulunmak. Giderken de ücretlerinizi almak." diyor. Tabiî bu durum işçilerin canına minnet. Sevinerek sohbete katılıyorlar. Sohbete bir giren bir daha ayrılamıyor. Gün geçtikçe sayıları artan dervişleri, artık şeyhin evi almaz oluyor. Şöhreti bütün Harezm'de yayılıp çevresi sevenlerle dolup taşınca bazı hasedçiler, şeyhi şaha gammazlıyorlar. "Böyle giderse bu şeyh, yakında şah olacak ve saltanatınız elden gidecek" diyorlar. Harezmşâh, Ramîtenî'ye "Derhal Harezm'i terketmesini" ferman ediyor. Râmîtenî "Bizim elimizde bizzat kendilerinin imza ve mührü bulunan ve şehirde ikametimize izin veren bir belge var. Eğer şah imza ve mührünü inkâr ediyorsa, o zaman şehri terkedelim." deyince şah, imzasını reddetme küçüklüğüne düşmeden şeyhin yanına geliyor.
HİLYE-İ MUHAMMED BÂBÂ SİMASÎ
Simasî; ortaboylu, gökçek yüzlü ve esmer tenliydi. Nurlara mazhar olduğu yüzünden lemean eden ziyadan belliydi. Nâfiz bir nazar, keskin bir görüşe ve derin bir hissedişe malikti. "Azizan" lâkabıyla meşhur Ali Râmîtenî'den sonra silsile Muhammed Bâbâ Simasî ile devam etmektedir. Hoca Muhammed, Râmîten'e bir, Buhârâ'ya üç fersah mesafede bulunan Simas köyünden. Burada doğdu, burada yaşadı ve burada vefat etti (755/1354). Simasî bir süre memleketinde dînî ilimler tahsili ile meşgul oldu. Zâhir ilimlerinde belli bir derinlik kazandıktan sonra, mânevi ilimlere yöneldi. Devrin ünlü şeyhi, altın silsilenin çağındaki halkası Ali Râmîtenî'nin dergâhına kapılandı. Buhârâ ve Harezm taraflarında şeyhiyle beraber bulundu. Riyâzat ve mücâhedede, edeb ve ifadede akranına tefevvuk ederek şeyhinin yerine irşad makamına geçti. Şeyhi Ali Râmîtenî vefatı sırasında müridlerine: "Buna bağlanın, emrini tutun, sağ olduğu sürece onun yanından ve yolundan ayrılmayın" diye vasiyette bulundu. Muhammed Bâbâ Simasî, şeyhinin yerine irşad makamına geçtiğinde, müridlerini bizzat kendisi bulurdu. Halkın arasında dolaşır, müridlik ve dervişliğe kabiliyetli insanları nerede bulursa hemen yanına cezbederdi. Nitekim daha sonra kendi yerine halife olarak bırakacağı Emir Külâl'i ve hatta ondan sonraki Bahaeddin Nakşiben'di hep o bulup keşfetmişti. Emir Külâl'i er meydanında güreşirken buldu. Onun gürbüz vücudunda, en az bedeni kadar güçlü mâneviyat istidadı keşfederek onu tutup er meydanından gönül erleri meydanına çekti. Sırtındaki kısbeti çıkartıp dervişlik kisvesi giydirdi ve gönül sultanları makamına erdirdi. "Bu er, zâhirin değil, bâtının pehlivanıdır. Nice insan onun elinden kemâle erecektir" dedi.
HİLYE-İ EMİR KÜLÂL
Boyu uzun, kolları geniş ve uzunca idi. Kaşları çatık, gözleri keskindi. Esmer tenliydi. Sakalının beyazı azdı. Tevazu ehli ve yumuşak başlı idi. İtiraz ve inad nedir bilmezdi. Gençliğinde pehlivanlık yapardı. Güçlü kuvvetli ve iri yapılı idi. Şeriat, tarikat ve marifeti cem etmiş bir veliyy-i kâmildi. Emir Külâl, seyyid-nesebdir. Babasının adı Hamza. Buhara'ya iki fersah mesafedeki Suhar köyünden. Orada doğdu, orada yaşadı ve orada öldü. Vefat tarihi: 8 Cemaziyelevvel 772 / 29 Kasım 1370. Doğum tarihi hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ailesinin ve kendisinin çömlekçilikle hayatını kazandığı ve bu yüzden "Külâl" adı ile tanındığı bilinmektedir. Osmanlı sultanlarından Yıldırım Bayezid'e damad olan Bursalıların sevgilisi Emir Sultan hazretleri Emir Külâl ile akrabadır.
Bahauddin Nakşibend Muhammed b. Muhammed el-Buharî tarafından kurulan ve İslâm dünyasında yaygın olan tarikat. Nakşibend Farsça bir kelimedir ve "nakış yapan" demektir. Kalbi işlediği, kalbin üzerine süsler yaptığı için bu adı almıştır (Abdulmecid b. Muhammed el-Hanî, Hadaikul-Virdiyye fi Hakâikul-Acille en-Nakşibendiyye, Kahire 1306, s. 9). Bahauddin Nakşbend'in adı, Muhammed b. Muhammed el-Buharî' dir. 718/1318 tarihinde Buhara'ya 9 km . uzaklıkta bulunan Kasr-ı Arifân (eski adı Kasr-ı Hinduvan)'da doğdu (Tahsin Yazıcı, Nakşibend mad., İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1964, IX, 52.). Nakşibend dünyaya geldiği zaman, Hacegan tarikatının şeyhlerinden Muhammed Baba Semmâsî (ö. 740/1339) müridleriyle birlikte o köye gelmiş ve henüz çok küçük yaşlarında bulunan Nakşibendi mânevî evlatlığına almıştır. Bahauddin kendi hallerinden bahsederken, bu konuda şöyle der: "Benim hakkımda zuhûr eden Allah Teâlânın lütuflarından ilki, daha çocukluk çağımda iken, kadri yüce Şeyh Hâce Muhammed Baba Semmâsî'nin nazarları ile müşerref olmam ve beni evlâtlığa kabul etmeleridir" (Salahuddin b. Mübârek el-Buharî, Makamat-ı Muhammed Bahauddin Nakşibend, trc. Süleyman İzzi, İstanbul 1983, s. 29). Baba Semmâsî, müridlerinden Emir Külâl'e; "Bu erin terbiyesi sana aittir" diyerek, Nakşibendi ona emânet ettiği rivâyet edilir (Seyfuddin Ali b. Hüseyin, Reşahatu Aynil-Hayat, İstanbul 1291, s. 48.). Nakşibend, her ne kadar Emir Külâle intisab etmişse de, muteber kaynakların haber verdiğine göre, onun gerçek şeyhi, kendisinden çok sene önce vefât eden Abdulhâlik Gücduvânî (6. 617/1220)'dir. Tasavvufta, kişinin kendisinden Önce vefât etmiş olan herhangi bir şeyhin ruhâniyetinden feyz alarak rabıta kurmasına, "Üveysilik yolu" adı verilir (Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1990, s. 430; Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, s. 294). Bütün bu usul, prensip ve kaideler tarikat şeyhleri tarafından konulmuştur. Sünnette 79 defa İnşirah 1001 defa İhlas vb. vîrdler mevcut değildir. Ayrıca yukarıda sayılan on bir prensip ve usul de Resulullah zamanında mevcut olmayıp sonradan tarikatın mensupları tarafından ortaya konmuştur. Yoksa Hz. Peygamber'den bu konuda sahih yolla gelen herhangi bir hadis veya bir haber yoktur. Bunlar tarikat ve va'z türü eserlerde mevcuttur. Halkı ibadet ve takvaya alıştırmak için iyi niyetle dinde ihdas edilmiş bid'atlerdir.Tevhid akidesine ters düşmeyenler, Kur'an ve Sünnet'e uyanları kabul edilir, gerisi red edilir.